Mûsıkî

Mûsıki kelimesinin kökeni hakkında birkaç rivayet vardır. Bunlardan biri Yunan mitolojisinde esin perileri anlamına gelen “mouse” kelimesi ve “konuşulan dil” anlamına gelen “ika” kelimesinin birleşmesiyle “esin perilerinin lisanı” anlamını taşıyan kavram olduğu yönündedir. Yine Grek Kültüründe bir diğer anlamı “sanat tanrıçası”dır. Diğer bir rivayet; Hz. Mûsa Peygamber’le ilgilidir. Hz. Mûsa Peygamber Sina Çölü’ndeki susuzluk üzerine kırk yıl dua eder. Bunun üzerine Cebrail a.s gelerek; “Ey Mûsa! Allah’ın selamı üzerinedir. Elindeki asayı taşa vur ki hikmet göresin,”der. Hz. Mûsa, Cebrail a.s’ın dediğini yapar ve asasıyla taşa vurur ve o an o taştan 12 pınar fışkırır. Bunun üzerine her pınardan bir diğerine benzemeyen güzel bir ses çıkar ve 12 makamın buradan geldiği rivayet edilir. Bu on iki makamdan gelen su ile Cebrail (a.s.); “Yâ Mûsâ Sula” dediği rivayet edilir.

“Mû” hecesinin Kıpti dilinde “su” anlamına gelmesi bu rivayeti bir başka açıdan destekler. Bu sebeple mûsikînin sırrı ve şifası yer ve göğün birleştiği kalpten gelen seslerin, insanın ruhuna adeta; can suyu olmasında saklıdır, diyebiliriz. Güzel ses, söz her daim şifadır. Kalpten gelen her ses ve söz rahmettir. Sesimiz latifleştikçe duyular; duyulan meleksi latif sesimize eriştirir. Kalpten gelen ses eğitimli, eğitimsiz olsa da kendine ve etrafına şifadır. Doğru frekanslı bir müzik, kalpten okunan bir şarkı melodi, doğallığıyla akan suyun sesi doğal bir şifadır. Buradaki detay bizlerin endemik bitkiler gibi olmamızda gizlidir. Her coğrafyanın şifa unsurları da kendi içinde gizlidir ve her coğrafyanın müziği oradaki insanlar için uygun olan müziktir. Bizlerin şifası da olduğumuz coğrafyanın, doğduğumuz yerin kültürü ve doğasında doğmuş ve icra edilen müziğin içindedir. Bunu bizzat yaşayarak öğrenen biri olarak gönül rahatlığıyla söyleyebiliyorum. Bu durumun morfik alan ya da uygun frekanslar olmasının yanı sıra o müziğin içinde olan ve olanın içinde müziğin olmasında saklı olan duygularla ruhun bağ kurmasından ileri gelir. Suni olmayan kültürel hafızayla sesin şifası birleştiğinde kendiliğinden doğan aşkın şifa, doğallıkla arındırması gerekeni arındırır, tamamlaması gerekeni tamamlar. Bu bilinçdışının aşkın doğasının onarma tesirini yapabilme yetisi ve yetkisiyle ilgilidir. Bu yetki bizim kontrolümüzün ötesinden bir hâldir. Bu durumu tam olarak anahtarını bulunmuş kilide benzetilebiliriz. Bizlerin de anahtarı kendi topraklarımızda kendi şarkılarımızda gizlidir. Bu sebeple kalbimizin ve ruhlarımızın daima bildiği ve fakat sadece hatırlamaya ihtiyaç duyduğu, atalarımızdan bize miras olan ilâhi, sanatsal yönüyle birleştirici ve doğasında olan rahmani tesirleriyle kalbimizin anahtarı ve ruhumuzu onaran yüksek tesirlere sahip klasik eserlerimiz eşsiz bir hazinedir.

Kasik Türk Mûsıkîsi, sözleri, nağmeleri, hissiyatı ile kalpten nakşedilmiş eserlerden oluşan klasik eserler olması hasebiyle adeta atalarımızın ebedî aleme gitmeden bizlere can, letafet katmak maksadıyla güzel insanî duyguları, latif halleriyle işleyip bıraktıkları eserler gibidir. Bu eserler, tüm âlemimize can suyu mahiyetinde birer lutûftur. Klasik eserlerle meşk ettiğimiz zaman dengelenir, hâlimiz sesimize, sesimiz halimize ve kalbimize taşınıp ruha temas edişini hisseder ve tüm duyguların iç ve dış alemimizdeki raksıyla kâinatın coşkusuyla içimizden dışımıza doğru yaşarız. Pek çok latif makamın sesi, sözü sanatkârların eserleri bizleri koşulsuz sevgi dolu hislere taşır ve hayatın içinde ortak duyguda ortak bir muhabbet ve zamanda birleştirir. Bunu özbeöz bizi kendi topraklarımız ve kültürümüzle birleştiren sihirli zamanlar olarak düşünebilirsiniz. Kökten başlayan bu birleşim kalbe varıp oradan ruha akar ve ilâhi bir sihir gerçekleşir. Şiirsel bir zevke erişen ruhun anahtarı bu neşvedir, rahmete gark olan ruhumuza erişen kapılar açılmıştır. Bu latif öze temas anları anlarını yaşamanın belki başka yolları da vardır. Neticede insanın özünden kopup bu aleme doğması ve ruhun tabiatındaki doğduğundan bu yana olan bu özlem hep hissedilir yanı sıra insan yavrusu büyümek, öğrenmek için pek çok aşamasında önce aileye, sonra eğitimi ve öğretmenlerine, arkadaşlarına, sevgilisine, eşine, sonra o da evlatlarına dair bir bağlanma güdüsü taşır ve fıtratı gereği olması gerekendir. Bu bağlanma aileye, doğaya, kültüre, arkadaşlara, sanata olduğunda kıymetli olur. Kıymeti bilinen şuurlu bir zevke ve şükre dönüşür. Allah’tan tüm ailelerin, çocukların, gençlerin, yetişkinlerin, insanın her evresinde hayırlı, şuurlu ilâhi olan değerlere bağlı olmayı niyaz eder, herkese teşekkürlerimi sunarım.

Klasik Türk Tasavvuf Mûsıkîsi

Dünya ve Türk tasavvufu daima, doğru ve iyi insan olmaya yarayan çeşitli araçlarla insanı, kâmil mertebesine ulaştırmayı hedefleyen bilgilerin yaşamın içinde yer almasını sağlar. Hint kültüründe “mantra”, Şamanlarda “ruhun şarkısı” denen birçok ses ve sözle, öze çağrı ve sağaltım gerçekleştirilir. Bizim kültürümüzde ise bu Türk Tasavvuf Mûsıkîsi eserlerinde âşıkların, ozanların, dervişlerin, şeyhlerin, Yûnus Emre gibi evliyaların verdiği feyz ve yaşam öğretisiyle adeta nakş edilir. Manevi özünü, tüm dinlerin rahlei tedrisatından geçmiş ve İslamiyet’le müşerref olmuş Türk Kültürü, İslamiyet öncesi Orta Asya Şamanlarında, İslamiyet’in kabulünden sonra ise Horasan ve Anadolu tasavvufuyla bu geleneği hem özü itibariyle hem anahtar ehli olarak sürdürür. Atalarımız maneviyatta olduğu gibi kültürde de, hatta ikisini içe içe aktarmaya daima devam eder. Osmanlı’da gerek saraylarda gerek ibadethanelerde dini mûsiki, gerek dini olmayan mûsıkî, diye ifade edilen “geleneksel mûsikîmiz,” özünde eşsiz doğasıyla güzel sesi ve sözü daima kulaktan kalbe nakş eder. Hz. Peygamberlerle gelen vahiy, söz, ilham, kitap, hitap, medeniyet, ilim, sanat ve muhabbet Allah’ın Cemal’inin ifadeleri olarak bilinir. İlâhiler bu Cemâle yaklaştıran ve her biri adeta bize Cemâli değerleri aktaran eserlerdir. İnsana özünü hatırlatan ve gönlüne işleyen ilâhi eserler, aklî ve rûhi yönden daima besleyen ve insana dair latif duyguları en üst haliyle yaşama imkânı veren eserlerdir. Bu eserler, döneminde icra edilip meşk ile bugüne taşınan eserlerdir. Kimi eserler saraylarda, mevlevihanelerde vücut bulmuş bugüne ulaşmıştır. Aynı ruhu taşıyan günümüzde vücut bulan ve notaya alınan ve erişilebilen yüzlerce İlâhi eser mevcuttur. Sözler ve nağmeler bu toprakların özbeöz mirası ve adeta mûsikî ilmîni yaşatmaya her an hazır nazır mayasıdır. Bu miras, bugün bizleri de gerçek bir insan olma yolunda bu topraklara yakışan zarafetle hizalamakta ve mayalamaktadır. Kendi topraklarımızın bilgeleri, âşıkları, ozanları ve alimlerinin bize sunduğu bilgelik dolu mısraları, altın öğütleri, sesin sözlerin canı ve nağmelerin makamı, bizleri o ulvî hislerle bir noktaya taşır ve yaşamışçasına o hâllerini bir bilgelik kazandırıp yaşama dair olumlu, ahlakî değerler üzere bir yaşam bilgisi kurgulamamızı sağlar. Çağlardır bu usûl ile bizi ve dili geliştiren atalarımız, iç içe; yaşam bilgisini, kültür yoluyla dirimsel bir canlılıkla bize aktarıp ulaştırır. Bunun yanı sıra bu usûl ile yani mûsıki icra etmek ve dinlemek ile son derece etkili olan sağaltım da kendiliğinden; en latif ve zarif haliyle gerçekleşir. İnsanın yaşamı boyunca ihtiyacı olan duyguları yaşaması ve artık ona hizmet etmeyen yük olan duygulardan da arınması icap eder. Mûsıki geleneğinde bu sağaltım kendiliğinden olagelir. Eskiler buna “kötü ruhlar gider, iyi ruhlar gelir,” dermiş. Bugün Anadolu Üniversitesi Müzik Terapi olarak vücut bulan bu alanda beynin de bilimsel yönde incelenmesine dair bilgiler sunmaktadır. Tarihimizde ise “Mûsikî ile şifanın” doğrudan kullanıldığı birçok külliye bu konuya ne denli ehemmiyetle özen gösterildiğinin bir ifadesidir. II. Beyazıt Külliyesi ve orada uygulanan “Mûsikî ile şifa” dönemin kadim evrensel sağaltma yöntemlerini bugün bir müze olarak muhafaza eder, tarihe ışık tutarak sunarlar. O dönemde başka ülkelerde ve kültürlerde dengesini kaybeden, akli melekleri zayıflayan insanları, şeytanların eline düştüklerini sanıp yakarlarken, bu topraklarda öz kültürümüzde benzer durumdaki insanlara adeta rauf-u rahim şefkâtiyle; Mûsıkî ile (sağaltılarak) iyileştirirlermiş. Bizim kültür ve coğrafyamızda harikulade bir gelişmişlik latiflik ve nezaketle bugüne taşınmış en değerli hazinemiz ve mirasımızdır. Bize hem sağaltımı hem sosyal ilişkileri canlı tutmayı, hem hayatın içinde olmayı ve hem de sanatın hakiki yönüne; ilâhi boyutuna taşıyıp iç içe olmamızı sağlar. Bizlere böylesi latif ve bir o kadar kudretli bir insanlık mirası taşıyan, aktaran atalarımızın önünde saygıyla eğiliyor her birini rahmetle ve şükranlarımla anıyorum.

Gülçin Sarı